Eğitimde IQ testleri çoğu zaman bir çocuğun öğrenme engeli olup olmadığını ölçmek üzere kullanılır. IQ testinin öncelikli amacı çocuğun öğrenme potansiyelini yani zeka düzeyini ölçmek olarak tanımlanır. Peki IQ testi nerede, ne zaman ortaya çıkmıştır ve gerçekten her insanın gerçek öğrenme potansiyelini ölçebilir mi?
İlk zeka testi 1904 yılında Fransa’da yapıldı. Devlet desteği ile testleri hazırlayan Alfred Binet’in amacı entelektüel açıdan normal ve yetersiz düzeyde olan çocukları birbirinden ayırabilmekti. Böylece testlerde daha düşük dereceler alan, yani zeka düzeyi düşük olan çocuklar, onlara kapasiteleri oranında daha fazla ilgi gösterebilecek olan okullara gidebileceklerdi. Aynı zamanda normal çocuklar da kendilerine ayrılan okullarda yeterince zeki olmayan çocukların kendilerini yavaşlatmasına izin vermeden eğitimlerine devam edebileceklerdi.
Böylece bireylerin zihinsel kapasitesini ölçme konusunda bir milat olarak değerlendirilebilecek Binet Ölçeği denilen test sistemi doğdu. Ancak testin yaratıcısı Binet’in kendisi bile test sonuçlarının yanlış anlaşılmasından ya da kötüye kullanılmasından endişe ediyordu. Binet’e göre bu testler tek bir amaca hizmet ediyordu: Eğitime başlayacak bir çocuğun öğrenme engeli bulunup bulunmadığını yani özel eğitime ihtiyaç duyup duymadığını tespit etmek. Testler asla tüm öğrencileri zihinsel kapasitelerine, değerlerine göre bir sıralamaya tabii tutmayı amaçlamıyordu.
Binet şu gerçeğin altını çizmeyi ihmal etmemişti. “Bu değerlendirme zekayı ölçmemektedir. Çünkü zeka üstüste konabilir parçalardan oluşmamaktadır, dolayısıyla doğrusal bir değerlendirme anlayışıyla ölçülemez.” Binet’e göre zeka tek bir değere indirgenemeyeceği için her çocuğun alacağı IQ (intelligence quotient) değerinin çocuğun zihinsel kapasitesini net bir şekilde ifade ettiğini iddia etmek büyük bir hata olurdu. Binet’in en büyük korkusu düşük bir IQ sonucu alan çocuğun adeta bir “aptal” olarak damgalanması ve eğitim hayatının -ve sonrasında hayatının- mahvolmasıydı:
“Son zamanlarda bazı düşünce adamları insan zekasının sabit ve değişmez bir değer olduğunu iddia ediyor. Bu vahşi karamsarlığa teslim olmayalım. Çünkü bu karamsarlığın gerçek bir temeli yok.”
Binet ölçeği tüm dünyada eğitimin şekillenmesinde büyük rol oynadı. Ne yazık ki, Binet’in takipçisi olan Amerikalı eğitimciler ve psikologlar testleri revize ederlerken Binet’in testlerin sınırları ile ilgili çekincelerini göz ardı ettiler. Ve sonuçta zeka testlerine gerçek değerinin çok üzerinde bir değer atfedildi.
Kendisi de bir eğitimci olan H. H. Goddard Binet’in çalışmalarını İngilizce’ye çevirip uygulamaya koydu. Simon-Binet ölçeği adı verilen bu ölçekte, Goddard’ın müdahalesiyle, zeka doğuştan gelen sabit bir değer olarak tanımlanıyordu. Dolayısıyla ölçülebilirdi.
Goddard’ın katı ve tekil zeka katsayısı görüşü kabul göre dursun, zekanın tek ve değişmez bir değer olduğuna inanan bir başka bilim adamı Lewis M. Terman Simon-Binet testi üzerinde yen bir çalışma başlattı. Bu çalışmaların sonucunu 1916 Simon-Binet testlerinin Stanford tarafından revize edilmiş versiyonu olarak yayınladı. Stanford-Binet olarak da anılan bu test sonraki yıllarda Amerika’da bir standart haline geldi. Amerikalı eğitimciler zekanın evrensel olarak ölçülebilir bir değer olduğuna ve her çocuğun zihinsel kapasitesini bilmenin eğitim hayatına katkıda bulunacağına inanmışlardı bir kere.
“Eğitimde özel gereksinimleri olan çocukların teşhis edilebilmesi amacıyla yaratılan Simon-Binet testleri, aniden Amerikan eğitim sisteminin amacını çok aşan bir parçası haline gelmişti. Goddard ve Terman’ın bu testlerin eğitim sistemine pozitif katkı sunacak net ve bilimsel çalışmalar olduğuna dair beyanları sayesinde; IQ test sonuçları her bir bireyin zihinsel kapasitesini gösteren net ve değişmez değerler olarak kabul edildiler. Sonuç olarak okullarda zeka testlerinin kullanımı hızla yaygınlaştı.”
Maalesef günümüzde çok az sayıda insan zeka testlerinin tarihinde yatan kültürel ve hatta ırkçı bağnazlığın farkındadır. Modern zeka testlerinin babası sayılabilecek Goddard, Terman ve Carl Brighan gibi isimler aynı zamanda soy geliştirme biliminin (eugenics) ateşli savunucularıydı. Daha iyi olanlar daha iyilerle bir araya gelerek, geleceğin mükemmel ırkını yaratabilirdi. Goddard’ın zeka testlerinden alınan sonuçların kesinliğine ve değişmezliğine olan inancı öylesine güçlüydü ki, IQ sonuçlarına göre tüm bir ulusu yapılandırmanın mümkün olduğunu iddia ediyordu.
Zeka ve toplum yapısı üzerine böylesine düşüncelere sahip olan Goddard’ın Amerika’ya göçmen girişinin engellenmesi için lobi faaliyetlerine başlamış olması şaşırtıcı değildi. Ne de olsa, Kuzey Avrupa menşeili olanlar hariç Amerika’ya giriş yapan göçmenlerin zeka düzeylerinin şaşılacak kadar düşük olduğunu bilimsel olarak kanıtlamıştı. Sayesinde 1920 yılı ile birlikte Amerika’da sıkı bir göçmenlik yasası yürürlüğe kondu. Hayvard Üniversitesi profesörü, Steven Jay Gould, “İnsanlığın Hatalı Ölçüsü” adlı kitabında, testlerin bağnazlığın ekmeğine nasıl da yağ sürdüğünü anlatmıştı.
Ancak 1920’lerden itibaren, Standford-Binet Değerlendirmesi ve diğer zeka testleri milyon dolarlık bir endüstri haline geldi. 1974 yılına geldiğimizde 2467 ayrı test kitap olarak basılmış, 76 ayrı test zekanın değişmez belirleyicileri olarak kabul edilmişti. 1980’li yıllarda sadece Amerika Birleşik Devletlerinde her yaştan çocuk ve yetişkine 1.500.000 civarında standart zeka testi uygulanmaktaydı. 1989 yılında zeka testleri Amerika Bilimsel Gelişim Akademisi tarafından DNA’nın keşfi ve nükleer fizyonun ardından yirminci yüzyılın en önemli keşiflerinden biri olarak değerlendirilmişti.
ÖYLEYSE ZEKA TESTLERİ ASLINDA NEYİ ÖLÇÜYOR?
IQ testleri zeka düzeyin ölçen testlerse, öncelikle zekanın ne olduğu sorusuna cevap vermemiz gerekir. Evet zeka nedir? Okul başarısı mı? İyi okuyup yazabilmek mi? Ya da size göre aşağıdaki insanların ne kadar zeki olduklarına nasıl karar verebiliriz?
Mesela,
-Günde üç paket sigara içen fizikçi
-Bencil ve aile hayatını darma duman etmiş ama Nobel ödülü sahibi bir bilim adamı
-Hayatını bir şirketin en tepesinde olmaya adamış, çok çalışmış, çok hırslı ama stresten genç yaşta kalp krizi geçirmiş bir iş adamı
-Üstün yetenekli bir müzisyen olmasına rağmen, har vurup harman savurmuş ve son günlerini sokakta aç bilaç geçirmiş bir müzisyen (Mozart)
Asıl problem zekanın ne olduğunun net ve kesin bir açıklamasının olmaması. Bu durumda zekayı nasıl ölçüyor olabiliriz? Oysa bu testler günümüzde bile pek çok çocuğun kaderini belirliyor.
1920’li yılların başlarında gazeteci Walter Lipman zeka testlerinin bir dizi beceriyi ölçmekten başka bir işe yaramadığını iddia etmişti. “Tanımlayamadığımız bir şeyi nasıl ölçebiliriz ki?”
1962 yılında ise Banesh Hoffman “Testlerin Tiranlığı” adlı kitabıyla tüm Amerika’yı sarstı. Bu kitap ve ardılları sonu 1976 yılında Milli Eğitim Birliği’nin standart zeka testlerinin kullanımdan kaldırılmasını önermesine kadar varan bir dizi tartışma yarattı. Üstelik zeka testlerinden alınan sonuçlar ve iş hayatındaki başarı, gelir, statü ya da mutluluk gibi gelecek yaşam beklentileri arasında hiçbir anlamlı ilişki bulunamadığı da ortaya çıkıyordu.
Ancak toz bulutları hızla dağıldı ve zeka testi endüstrisi eskisinden de daha güçlü hale geldi. Milli Eğitim Birliği aniden fikir değiştirerek “öğrencilerin yeteneklerini ve gelişiminin bir haritasını çıkartabilmek için sürekli teste tabii tutulması gerektiğine” karar verdi. Testler olmadan bir hayat düşünülemez hale gelmişti.
Günümüzde zeka testlerine karşı çıkan çatlak sesler pek fazla duyulmuyor. O çatlak seslerden bir tanesi olan Colombia Ünversitesi Pedagoji ve Özel Eğitim öğretim görevlisi Linda S. Siegel “öğrenme engeli olan çocukların teşhisi için zeka testlerini kullanmaktan vazgeçmemiz gerek” diyor. Pek çok kurama göre –ki bunların hiçbirinde kesin bir yargıya varılmış değil- zeka; mantık yürütme, problem çözme, eleştirel düşünme ve adaptasyon gibi farklı bileşenlerden oluşuyor. Ancak hali hazırdaki zeka testlerinde uygulamalara baktığımızda zeka tanımına denk düşecek becerilerin ölçülüp ölçülemediğinden emin olamıyoruz. Siegel örnek olarak, Wesher Çocuklar İçin Zeka Testi (WISC-R) üzerindeki araştırmalarını gösteriyor. Bu test; sözel ve performansa özel bölümler içermektedir ve hemen hemen her zaman öğrenme güçlüğü çeken çocukların teşhisinde kullanılmaktadır. Ancak her seviyedeki sözel testlerin tümü, bir miktar hayat bilgisine, kelime dağarcığına sahip olmayı gerektirmekte. Aynı şekilde performansa dayalı bölümlerde görsel-uzamsal beceriler, motor koordinasyon, algılar ve hatta bazen hız önemli olabiliyor. Siegel’in iddia ettiğine göre zeka testleri pek çok durumda kişinin gelecekteki potansiyelini değil şimdiye kadar öğrenmiş olduklarını ölçebiliyor.
Zeka testlerinin öğrenme güçlüğü çeken bireylerin teşhis edilmesinde kullanılmasına engel teşkil edecek başka sorunlar da var. Siegel’e göre öğrenme güçlüğü çeken bir çocuğun testlerde ölçümü yapılan dil, hafıza ya da motor beceriler gibi yeteneklerden en az biriyle ilgili bir sıkıntısı oluyor. Zaten sorunlu olduğu bir alanla ilgili teste tabii tutulan çocuk otomatikman diğerlerine göre daha az zeki olarak kategorilendiriliyor. Bir başka deyişle testlerdeki başarısızlığın asıl sebebi, teste tabii tutulan çocuğun öğrenme zorluğunun/engelinin bizzat kendisi olabilir. Bu durumda da test sonucu kişinin gerçek potansiyelini yansıtmayabilir.
Bir başka çelişki de “IQ’su yüksek bir kişinin okuma yazma becerilerinin gelişmiş olduğu” önermesiyle ilgili. Testler sırasında düşük zeka seviyesi olarak belirlenen pek çok çocuğun iyi okur yazarlar olduğu gözlenmiş.
Zeka testleri sonuçlarıyla ilgili tutarsızlıklar üzerine yapılmış çok sayıda çalışma var. Test sonuçlarında testin yapıldığı koşullara ve kişinin o anki duygusal durumuna bağlı olarak 15 puana kadar sapma yaşanabileceği biliniyor. Aynı şekilde test sonuçlarını değerlendirenlerin duygusal durumları ve önyargılarının da test sonuçlarına etkisi olabiliyor. Hatta çalışmalardan birinde 99 okul psikoloğundan aynı testi değerlendirmeleri istenmiş. Aynı çocuğun farklı kişiler tarafından değerlendirilen test sonuçları arasında 63’den 117’ye kadar oynamalar olduğu gözlemlenmiş.
Başka bir çalışmada ise profesyonellerin sadece test sonuçlarını değerlendirerek öğrenme güçlüğü olan çocuklarla ilgisiz-başarısız öğrencileri ayırmakta zorluk çektiği gözlemlenmiş. Araştırmaya 65 okul psikoloğu, 38 özel öğretim eğitimcisi, 21 psikoloji meraklısı üniversite öğrencisi katılmış. Karılımcılardan 41 ayrı test ve sonuçlarını değerlendirmeleri ve kimlerin öğrenme güçlüğü çektiğini belirlemeleri istenmiş.
Sonuçlar şaşırtıcı: Okul psikolojik danışmanları ve özel eğitim öğretmenleri ancak %50’lik bir başarı seviyesi tutturmuşlar. Sadece psikolojiye ilgi duyan naif katılımcıların tahminleri ise %75 oranından doğru çıkmış. Bu bile şu ana kadar testlere dair inandığımız her şeye dair kuşku duymamızı gerektirmez mi?
YORUMLAR:
0 comments: